National Geographic'ten bir yazı daha buyuruyoruz ve keyifle okuyoruz...
Dünyayı karış karış dolaşan bir gezginin bile, Kapadokya ile ilk karşılaşması şaşkınlık doludur. Delik deşik edilmiş kayaların, dolambacı andıran yeraltı tünellerinin, mağaralarda depolanmış limon ve portakalların, üzerlerinde şapkayı anımsatan taş parçalarıyla dikilen peribacalarının, kızıla ve turuncuya çalan vadilerin arasında durup garip duygularla dört yana bakınacaktır.
İnsan Kapadokya’da, sözcüklerin gördüğü manzarayı tanımlamakta yetersiz kaldığını duyumsar; evrende eksik bir dil olduğunu düşünür. Sanki Anadolu tuhaf bir düş görmüş, sonra öylece kalakalmıştır. 50’li yıllarda Kapadokya’ya gelen Nobel Ödülü sahibi şair Seferis, bölge için “anlaşılmaz oyuncaklarla dolu bir yayla” tanımını yapmıştı.
Gerçekten de, Hititler’in bin tanrısı, çocukken oynadıkları kırık oyuncaklarını buraya fırlatmış sanki! Anadolu’nun bereket tanrıçası Kibele de toplamamış onları, öylece bırakmış!
Kapadokya’nın adını, Kızılırmak’ın kollarından birinin, Antik Çağ’daki adı olan ‘Kappadoks’a borçlu olduğunu düşünenler var. Ama, genel kanı, “Kapadokya” sözcüğünün, bölgenin Pers kayıtlarında geçen “Katpatuka”dan türediği. Üstelik bu adın Persler için şiirsel bir karşılığı var: “Güzel Atların Yetiştirildiği Ülke”... Ayrıca Persepolis Sarayı’nın kabartma taş bloklarında Pers Kralı’na hediye getiren 23 ülkenin temsilcileri arasında Kapadokyalılar da güzel at getirirken resmedilmiş.
Bu yüzden bugün yapılan turistik at gezileri bölgenin ruhuyla örtüşüyor. Ancak, Ortahisar’da bir at çiftliği olan Nicolas Guillo olaya atlar açısından bakıyor ve “At için zor yollar var burada,” diyor. “İnişli çıkışlı, üstelik küçük taş parçacıklarına dönüşmüş tüf, atların kaymasına neden oluyor.”
Nicolas’la konuşurken, arkadaşı Dominique Nonnet, çökmeye başlayan akşamla birlikte atları salıyor. Yaz sıcağında bunalan atlar geceleri serinlikte koşmak istiyor. Sonsuza dek sürecekmiş duygusu uyandıran bir sessizlik var çiftliğin çevresinde. Aynı sessizlik Kapadokya’nın tüm vadilerinde hüküm sürüyor.
Oysa milyonlarca yıl önce, ne büyük gürültülerle doğdu Kapadokya... Beş milyon yıl önce, Miyosen dönemin sonlarında bu coğrafyada göl ve volkan oluşum süreci başladı. Önce yerkabuğu kırılıp yarıldı, bu kırıklar yerkürenin derinliklerindeki sıcak magmanın yerüstüne ulaşması için birer kapı oldu, kapıları zorlayan magma onları volkan kolonilerine dönüştürdü ve büyük patlamalarla lav olup dışarı aktı. Volkanik patlamalar dört milyon yıl kadar kesintilerle sürdü. Erciyes, Melendiz ve Hasan Dağı’nın püskürttüğü malzemelerle bölge adeta volkanik bir tarlaya dönüştü. Yanardağlardan akan lavlar, fırlayan volkan bombaları, akan siyah renkli bazalt lavları ve kül, Kapadokya’nın “hamur”unu oluşturdu.
Yanardağların bağırıp çağırıp delilendiği, lavlarını püskürtüp ortalığı cehenneme çevirdiği zamanın ardında ise uzun bir sessizlik ve kül yağmuru vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder