28 Eylül 2007

Kimsin Sen?


Kendini tanıtmak insanoğlunun yüzyıllardır hedeflediği bir şeydir. Üstünlük kurmak için önce tanınmak gerekir önce sizi tanımalılar sonra sevmeli ve son olarak dediklerinizi yapacak duruma gelmeliler. Tarihçiler, kimyacılar ve matematikçiler toplanmış ve bunun nedenini araştırmışlar ama canları sıkılınca kimsin lan sen demişler birbirlerine. Aslında aralarına husumet sokan Coğrafyacı Hülya'ymış. Kırıta kırıta girermiş bu 3 kafadarın çalışma salonlarına dekolteyide koyverirmiş sonra Türklerin Orta Asya'dan göçlerini anlatırmış hadi yakınlara tamamda yukarlara (haritada) çıkıldıkça Hülya'nın boyu yetmez eğildikçe eğilirmiş e tabi bizim ergenler mort olurlarmış ne matematikçi x e değer verebilirmiş ne de Tarih'çi objektif olabilirmiş. Günlerden yine bigün neyse efendim uzatmayalım tanıtın işte kendinizi...

Buyrun efendim tanıtın kendinizi kimsiniz siz?

26 Eylül 2007

Neyi özledim neyi destekledim?

Ben Pluton'un gezegen olduğu günleri özledim...
Bunu bilmeyen insanların olmayacağı günleri hazırlayanları desteklerim...
Vücudun yere paralel durduğu her durumda varım...
Komiğimdir güldürmek için uydurur anlayan için terim kullanırım...
Devamlılığı sağlayamam bir an iyiyimdir bir an nedensiz bir şekilde soğuk olurum...

Yaratıcıyımdır ve yaratıcı fikirleri desteklerim.
Gerçekten isteyerek yapılan herşey ama herşeyin yanındayımdır...

Bitti be,yazmaya başlarken daha çok şey yazacağımı düşünmüştüm!

Kim olmayı dilerken kim olma çabası?

Hep nasıl davranmalıyım sorusu gelmiştir aklıma burda ne yapmalıyım.Ama bilinç dışı bir şekilde 6. his gibi sanki düşünmemek nefes almamak gibi benim için.Hep düşünürüm yolda yürürken bir şey anlatırım ama yanımdan geçen adamın gömlek düğmelerinin markasını okumak için gözlerimi kısarım ve bu anlatımımı etkilemez.Kimse farketmez edende zaten dikkate almaz benim garipliklerim olarak akıllarına yazılır.
***Ben çok fazla yalan söylemişimdir.Yalanlarımın kimseye zararı olmadı şu ana kadar.Olsa bile telafisini becerdim.Beyaz mı yok bunlar gri gibiydi biraz ne Cenk ederken düşmanı şaşırtmak için söylendi ne de dargınları barıştırmak tamamen kendi uydurmamdan çıkan yalanlardı.
***Ben fazla konuşmayan birisiyimdir.Sosyalleşme çabalarıma tanık olanlar genelde farklı amaçla yola çıktığımı düşündüler.Konuşmam ama çok fazla yazarım yazdığım her kelimeyi 3 kere anlarım 1.ne yazacağımı bulduğumda bu kelimei ilk anlamamdır.2.yazarken tekrar okurum bu 2. dir yazdıktan sonra ardına yazacağım kelimeyi bulmak için önceki kelimeyi tekrar okur ve yine anlarım.
***Uzun ve sadece anlamakla mecbur olanların anlayacağı cümleler kurarım ya hep ya hiçtir yazılarımın anlaşılma düzeyi.
***İtilip kakıldığım zamanlar çok olmuştur hayatta hep iyi başlarım insanlarla ilişkilere fakat sonra dalga konusu olurum koruyamam o aradaki mesafeyi ben laubali olunca ardı arkası kesilmeyen bir ordu üstüme doğru gelir.
***Uzunumdur inceyimdir sık ve az yerim bazı 60 yaş üstü komşularıma göre ilerde duba gibi olacağım onların hayat tecrubelerıne guvenıyorum...
***Kültür Portakal'ıyımdır,benim için özel isimdir bu özeldir ya da isimlik konusunda sıfat mıdır gibi sorular sorarım kendime.Bilimle Felsefe ile ve tüm türevleri ile ilgilenirim.Felsefe ile ilgilenmeyen insan zaten önüne koyulan otu yiyen Atlara benzer bence.Felsefe düşünmektir insan düşünmeden neden yaşar.Felsefe sorular sormaktır cevabını merak ettiği için değil kendi soru işaretlerini aşabilmek için her soru işareti cevap istemez.
***Cyrkon şeklinde bir nick buldum daha doğrusu oluşturdum.American Cyborg daki cyrborg u aldım adım olan Serkan ile harmanladım ve üstünede cyrber ın okunuşunu koydum oldu Sayrkon şeklinde okunan CYrkON.Tam 6 7 ay sonra adıma domain alma amacındaydım aradım var mı ismim dolu mu diye.Sonuş evet vardı bir Polonya'lı şirketin adı idi Cyrkon şirket bir diş firmasıydı takma dişler falan pek anlayamadım fakat hafiften tıpa kaymış bir isim olduğunu anladım bu ismin.Bir anlamı hala yok marka ya da şirketin adı diyebiliriz.
***Son söz söyleyiciyimdir,ya söylediğimi okuduktan sonra kimsenin söyleyecek mecali kalmaz ya da ne dion s.çmışsın konuya yorumları yapılarak yazılmaz.Nadir dir yazdıklarımın tam anlaşıldığı anlayanlarda aşağı yukarı benim gibidirler.
***Belli amaçlarım var mesela ama amaçlar bakın tek bir amaç yok amaçlar birleşiyor ve tek bir amaç oluşturuyorlar ben oluşturmadan bırakıyorum ki ne istediğim tamamen belli olsun sanki kendimi kapalı tribünden seyreden bir izleyiciyim ne tezahurat ne bir pankart var elimde sadece seyrediyorum.Sonucu merak ettiğimden de değil sadece seyretmem gerektiğinden yoksa o andan itibaren devamını getiremeyeceğimden.
***Çok fazla soru sorarım sapkınlık derecesinde değil fakat normaller için denebilir.Sorduğum sorular söyleyeceğim kelimeyi oluştururlar.Her sorumun bir anlamı vardır.Aslında belki bulmuşumdur o anın anlamını sorduğum sorularla ama amacım bulmak değildir sadece sormaktır cevabını teorik olarak bilirim her sorduğum sorunun.Genelde neden olmasın şeklinde başlarım sorularıma diğer sorularım terimler ve özel ibarelerdir.


Neyse okuyupta anlayanlar hakkımda tam olarak bilgiye sahip olmuşlardır.Okuyanlar fakat sadece okuyanlar hakkımda yanlış düşüneceklerdir.Düşünsünler belkide amacım budur onlar için.

Bir dostumun biraz farklı bir versiyonda dediğini size aktarmak istiyorum.
Muhteşem günler,İnanılmaz yarınlar dilerim...Buydu

Serkan Özçim

24 Eylül 2007

Çürük Meyveler Neden Kahverengidir!

Kimyasal tepkimelerin yarattığı değişimler...

Bu durum, meyvenin hücrelerinde yaşanan kimyasal tepkimeden kaynaklanıyor. Meyvelerdeki renk değişimi ve kararmalardan polifenoloksidaz enzimleri sorumlu. Bu enzimler, meyvelerde bulunan fenol bileşiklerin oksitlenmesine neden oluyor ve kahverengi lekeler beliriyor. Meyvenin hücre yapısı bir bütün olarak korunduğunda, enzim ve fenoller birbirinden ayrı duru Ancak meyve dilimlendiğinde, çürüdüğünde ya da zamanla bozulduğunda, meyvenin hücre duvarları yıkılıyor ve kimyasal karışma başlıyor. Meyvenin yüzeyindeki bu bozulma, oksijenin diğer organik bileşenlerle temasına yol açıyor. Meyvelerin çoğu kahverengiye dönüşerek oksitleniyor. Ancak limon ve turunçgiller kahverengiye dönmüyor, çünkü içerdikleri sitrik asit nedeniyle oksitlenme renksiz gerçekleşiyor

Özümün Geçmişi ve Muhtemel Geleceği


11 Ağustos M.S 1990 günü sabaha karşı 4 sularında yer küre çalkalanmaya başlamıştı. Sanki etrafımda etten duvarlar vardı ve ben o etten duvarlara bir köprü aracılığı ile bağlı idim. Cüssem gözlerimi kamaştırıyordu, hava karanlıktı, aradaki köprüden çok hızlı bir şekilde trafik akıyordu. Bir o et küreye gidişler birde benim bünyeme girişler bolca yaşanıyordu. Sonra et küre üstüme üstüme gelmeye başladı beni sıkıştırıyordu bir ara bir ses duydum anlamadığım bir dilde konuşuyor ama tatlı bir sesti. Sonra vücudumun en altında bulunan ve daha önce sadece o et küreyi tekmelemek için kullandığım şeyler boyut değiştirmiş ve artık et küreden ayrılmıştı...sıkışıyordum... nefes mi o da ne? aaa ortalık aydınlandı.. ne çekiyorsun bacağımdan ya bıraksana çıkacaz tamam bende sevdim burayı içerisi karanlıktı bayağı... ya şu köprüyü kopartsın birisi üff battı üstüm başım lan...lan lan. ne oluyor neden döndürüyorsun beni..anaam başım dönüyor kusacağım galiba...ananskim ne vuruyorsun lan arkama beyaz önlüklü olan. Döndür beni çabuk suratına pislemek istiyorum hortum hala uzun ya bunun hepsini alın ne bu kuyruk gibi yaaaa....

böyle dünyaya gelmişim ben :)

Daha sonra 1 yaşına kadar tek bir ünlem ifadesi bile kullanmadan büyümüşüm sonra 1 yaşında bir konuşmuşum ki Sezen Cumhur Önal gelir elimi öper o derece yani. 2 yaşında küfür ve el hareketlerini öğrenmeye başladım ama öğrendiğim şeylerin küfür olduğunu anlamam için kullanmam gerekiyordu ve doğal olarak kullandım ama canım fena yandı....

Daha sonraki yıllarda balkondan aşağıya kırlent,terlik ve salonda bulunan ve benim kaldırabildiğim ev eşyalarını atmaya başladım. Çok pis tiryakisi oldum bu olayın 6 ay bırakamadım.

4 Yaşına geldiğimde artık kendimi büyümüş hissediyordum. Hayatın anlamını sorgulamama ramak kalmıştı ki 2 yıl sonra okul denen bir yere gideceğimi hatta ailemin parası çoksa 5 yaşında bile gidebileceğimi öğrendim. Bu haksızlıktı anasını satayım benim ailem zenginse ben neden okula daha önce gidecektim ki. Ben küçükken zenginlerin hakkı gözetilmiyordu anlıyacağınız.


Nihayet okula başladım. Okulda hep suskun puskun ama yeri geldimi bir kar panteri mizaçlı çocuk olarak bilindim. Okuma yazmayı öğrenmem uzun sürmedi en birinci galiba Yılmaz öğrenmişti ben 3 veya 4 tüm.
(mustafa denizli :) )
Yılmaz 3. sınıfta ayrıldı lan...

Arkadaşlar arasında her sene bir sonraki yıl geçeceğimiz sınıfın istatistiksel çalışmasını yapardık. Kaç kişi 4 ten 5 e geçti 4 teki not durumları ney gibisinden ama bunu pek dile getirmezdik ya da bunları tamamen şuan uyduruyorum.
Bir Nevzat abi vardı o 4. sınıfta kalmıştı bize hep derdi olum 4. sınıf çok zor. Biz korkardık ama birbirimize çaktırmazdık.
4. sınıfta ingilizce ile tanıştım...

Geldim Orta okula. 6 da bir sorun yaşamadım ama gel gelelim 7 de yine Nevzat abi benzeri insanlar 7 çok zor lan denklem diye bir şey var x le tanışıyorsun çok boktan bi tipi var. Böle 2 tane ı yı döndür üst üste yaz al sana x çarpı işareti de diyebilirsin. Ona değer veriyorsun o nerdeyse sen ordasın x aşağı x yukarı.
Sonra 8. sınıf geldi ve geçti. Dershane dönemim vardı ki hiç hatırlamıyorum.
Emre diye bir arkadaşım vardı galiba uzun ömürlü bir birlikteliğimiz olacak kendisiyle taaa ilk okulda tanışmıştık hala daha konuşuyoruz ki evlerimiz birbirine çok uzak olmasına rağmen.

Sonra lise hayatı başladı kişiliğimin sağlamlaşmaya yüz tuttuğu dönemlerdi o dönemler. İlk gidişimde lan nasıl arkadaş bulacam kendime bu kadar insanın içinden korkuyorum ya ben 200 mevcutlu ilkokuluma dönmek istiyorum falan dediğimi hatırlıyorum. Hazırlıkla bir 4 yılı arkamda bıraktım geldim bu günlere. Yani bu yazıyı yazdığım günlere.

Öss oldu lan Dumlupınar Üniversitesi Matematik bölümü 2. öğretim kazandım gittim gidip geliyorum işte. Yurtta kalıyorum. Odada 6 kişiyiz lay lay lom...

(buraya devamı yazılacak)...
İlgi alanı namına pek bir şey yok var da adını ben koymadım. Adamlar sanat demişler sonra ben müzik dinliyorum sinemaya gidiyorum diye sanat ilgi alanım olmuş. Ben adını değiştirmek istiyorum belki onların sordunuz mu?
Müzik demişken meşhur kulaklarda yer etmiş "çalma liste"mde Zeki Müren'den Metalika'ya Adnan Şenses'den Enrico Macias'a , Mfö den kargo'ya bissürü müzik dinlerim. İspanyol havasına bayılır alır fularımı halay çekerim zor tutarlar.

Şimdilik galiba bu kadar bunun arkasını getirirsem blog tutmaya başladım sonra bloguma özgeçmişimi yazdım ve şuan bitirmek üzereyim ve az önce bitirmek üzere olduğunu belirttim gibi şeyler olurdu. :)


Devamı(21/02/2013)
Hala Üniversiteye başladığım şehirdeyim. Ayrıca Ankara Üniversitesi Yüksek Lisans öğrencisiyim. Alanım tahmin ettiğiniz üzere matematik. Kütahya Final Dergisi dershanelerinde de matematik ve geometri öğretmenliği yapmaktayım.
Son olarak 2 kız arkadaşım oldu şu an 2 side yok :)
Bir sonraki düzeltmede görüşmek üzere...

Matematik Ve Rakamlarla Oynamak!

Daha çocuk yaşlarda rakamları parmağında oynatmaya başlayan Gauss, "Matematiğin Prensi" olarak anılıyor. Matematikten astronomiye, fiziğe kadar pek çok dalda yeni keşiflere imza atan dahi, günümüzde gerçekleştirilen bilimsel araştırmalara da ışık tutuyor.

Ressam Christian Albrecht Jensen, 1850'de Gauss'un portresini yapmıştı.
Geçtiğimiz nisan ayında, dünya basınında yayımlanan bilimsel bir keşfin haberi sevinçle karşılandı. Astronomların oluşturduğu uluslararası bir ekip, günümüzden 15 milyar yıl önce meydana gelen ve evreni doğuran "Büyük Patlama"dan geriye kalan sıcaklığı incelemişti. Bu "sıcak lekeler"in çözümlenmesi sırasında, ekip, şaşkınlık uyandıran bir sonuca ulaşmıştı: Evreni oluşturan uzayın yapısı düzdür...

Pek çok kişi, uzayın bir şekle sahip olması fikrinin imkânsızlığına inanıyor. Bunun yanı sıra, bilim adamlarına göre, tartışma yaratan son iddianın geçmişi 150 yılı aşkın bir süreye uzanıyordu. Tüm zamanların en büyük matematikçisi Carl Friedrich Gauss'a...

Bu kozmik keşif, Gauss'un fikirlerinin hâlâ geçerli olduğunun bir göstergesi. Herhangi bir bilim sözlüğü karıştırıldığında, istatistikten savaş konularına pek çok alanda ürettiği teoriler bulunabilir. İstatistik alanında, nüfus eğilimlerini açıklamakta hayati önem taşıyan çan şeklindeki "Gauss eğrisi" ya da bir nükleer denizaltının manyetik alanını nötrleştirmesi şeklinde tanımlanan "degauss"lama, bunlardan sadece ikisi...

Gauss, diğer matematikçilerden farklı olarak, salt matematikten ilgi alanına giren konulara yönelik çalışmalara kadar, çok farklı alanlarda kilit buluşlara imza attı. Yapıtlarıyla matematik dünyasına yeni bir soluk getirmişti. Bu nedenle de, bilim çevresinde "Matematiğin Prensi" olarak adlandırılıyor.

Daha çocukluğunda, erken gelişmiş zekâsı ve matematiğe karşı yeteneğiyle sivrildi. İşçi kökenli anne babanın oğlu Gauss, 1777'de Almanya'nın Brunswick kentinde doğdu. Babasının yaptığı hesapları izlediği sırada, ailesi onun ileri düzeydeki zekâsını keşfetti. Küçük Carl, babasının yanlışını bulmuş ve doğru cevabı söylemişti. Hesapları tekrar kontrol eden babası hayrete düşmüştü. Çünkü, 2 yaşındaki oğlunun ikazı doğruydu.


10 yaşındaki Gauss'un matematiksel yeteneği, en iyi öğretmenlerini bile geride bırakıyordu. Matematik dersinin ilk gününde, Gauss ve sınıftaki diğer gözde öğrenciler, aritmetik dizin şeklinde adlandırılan konu üzerine yoğunlaştılar. Amaçları, ardışık sayılara 371, 413, 455... gibi sayıları eklemek ve bu sabit sayılar arasındaki farklılıkları anlamaktı. Gauss, bulduğu çözümü ilan etmeden önce, öğretmenleri problemin ne olduğunu büyük zorluklarla açıklamıştı.

Sınıftaki diğer arkadaşlarının, onun çabucak ulaştığı çözümü bulmaları neredeyse bir saati almıştı. Bu tür dizinleri formülleştirmeye çalışmış, gerekli bağlantıları kurmuş ve problemi çözmüştü. Bunların hepsini de, neredeyse ışık hızıyla akıldan hesaplamıştı. Gauss'un aritmetiğe ve matematiğe duyduğu bu olağanüstü eğilim, Brunswick dükünün ilgisini çekti ve hemen okul masraflarını üstlendi.

Genç Gauss, kolej yıllarında, dikkatini, aralarında Newton'un da bulunduğu ünlü akademisyenlerin büyük çalışmalarına yöneltti ve ilk özgün araştırmalarını gerçekleştirdi. Gauss'un erken yaşlarda ulaştığı matematiksel zaferler, daha sonraki kariyerinin de habercisiydi. 19 yaşındayken, bütün rakamların özelliklerini bir bir açıklayınca, o güne kadar geçerli matematik yasalarını alt üst etti.

Dahası, gözlemler sonucu bulunan veri noktalarından geçecek en uygun eğimin belirlenmesinde kullanılan "En Küçük Kareler Metodu"nu keşfetti. Ayrıca, asal sayılarla, üçgen, kare, beşgen gibi geometrik şekiller arasındaki bağlantıları buldu. Keşfettiği bağıntıları kullanarak da, antik Yunan geometricilerinin bile gerçekleştirmeyi başaramadığı 17 kenarlı çokgeni kurdu.

Gauss'un ünlü çan eğrisi
Kolej öğrencilerinin IQ'sundan zürafaların ağırlığına kadar, günlük hayata ilişkin pek çok değer çan eğrisini izliyor ve Gauss adının önemini artırıyor. Matematiksel değerlerin incelenmesine yarayan bu eğriye de, ünlü matematikçinin adından gelen Gauss eğrisi deniliyor.
Bu eğri, ilk kez Fransız matematikçi Abraham de Moivre tarafından, 1733'te keşfedilmekle birlikte, Gauss tarafından yeniden tanımlandı ve değerlendirmelerde kullanılan matematiksel işlemler, onun tarafından gerçekleştirildi. Eğri, örneğin insanların IQ düzeylerinin belirlenmesinde ortalamayı yansıtıyor. Bu da, ortalamanın altındaki ve üstündeki IQ'nun ortaya çıkmasını sağlıyor.
İlkede, orta noktası doruğa ulaşan herhangi bir eğri de aynı işlevi görüyor. Ancak Gauss, gelişigüzel etmenler nedeniyle bir yayılma söz konusuysa, eğrinin belirgin bir şeklinin olması gerektiğini belirtiyor. Zaten, bunun için bir formül de geliştirmiş ve eğriye çan şeklini uygun görmüş. Bu eğri her alana uygulanamıyor. Sözgelimi radyoaktif bozulma... Ancak, eğrisi, iki sayı arasında doğru çizilmeye olanak tanıyan birçok olgunun açıklanmasında işe yarıyor. Bu durumda, ortalama değer, çan eğrisinin doruk noktasını oluşturuyor. Standart sapma da eğrinin diğer tarafa geçiş eğilimini sergiliyor. Bu iki sayı arasındaki bağıntı yüzde oranını veriyor. Örneğin, bir kişinin boyunun ortalamanın ne kadar altında ya da üstünde olduğunun belirlenmesi gibi...
Bu başarılarından sadece biri bile, Gauss'un matematikçiler dünyasındaki egemenliğini kanıtlamaya yetiyordu. Ancak bu, onun için sadece bir başlangıçtı. Göttingen Üniversitesi'ne kabul edilen dahi, 22 yaşındayken doktorasını tamamladı ve bütün cebir denklemlerinin çözümlerini sunduğu ilk kez kanıtlanan "Temel Cebir Teoremi"ni yarattı.

Ama, tüm başarılarına rağmen hak ettiği ünü bir türlü kazanamamıştı. Ta ki 1801 yılına, bir İtalyan astronomun Mars ve Jüpiter arasında bir gezegen bulduğunu açıklamasına kadar... Diğer astronomlar da bu iddiayı kanıtlamak için yarıştılar. Ancak, yeni gezegen, güneşin göz kamaştıran ışınları arasında kaybolmuştu. Bilim adamları, gezegenin yerini saptamak konusunda başarılı olamıyorlardı. Gauss, adını duyurabilecek bir şans yakalamıştı.

En Küçük Kareler Metodu'nu yeni gezegenle ilgili gözlemlere uygulayarak, nerede görülebileceğini belirledi. Bundan birkaç ay sonra astronomlar, Gauss'un öngördüğü yere teleskoplarını yönlendirdiler ve gerçekten de gezegeni buldular. Astronomlar bu gezegene "Ceres" adını verdiler. Ceres, günümüzde, Mars ile Jüpiter arasındaki yörüngede bulunan binlerce kaya parçası içindeki ilk "küçük gezegen" ya da asteroit olarak biliniyor.

Gauss'un bu buluşu, uluslararası alanda tanınmasına yol açtı. Bu sırada, sadece 24 yaşındaydı. Kendisine ün kazandıran gelişmeden birkaç ay sonra, ikinci bombasını patlatacak, matematik alanında en önemli çalışmalardan biri kabul edilen Aritmetik Araştırmalar (Disquisitiones Aritmeticae) adlı kitabını yayımlayacaktı. Kitabında, asal sayılar gibi bütün sayıların özellikleriyle ilgilenen matematiğin yeni dalı "sayı teorisi"ni incelemişti.

Çalışması, günümüzde de kullanılan sayı teorisinin temelini oluşturuyor. 1807 yılında, Göttingen Üniversitesi astronomi bölümüne profesör oldu ve ömrünün sonuna kadar da burada kaldı. Dahi bilim adamı, 31 yaşında ikinci başyapıtını yayımladı. Konik Kesitli Gökcisimlerin Güneş Çevresindeki Hareket Kuramı (Theoria Motus Corporum Coelestium in Sectianibus Conicis Solem Ambientium) başlıklı yapıtında, Güneş Sistemi içindeki gezegenlerin çekim kuvvetlerinin hesaplanmasını ve yörünge kuramlarını gösterdi. Sunduğu yöntemler, bugün bile astronomlar tarafından kullanılıyor.

Gauss'un ünlü çan eğrisi
Bu başarılarından sadece biri bile, Gauss'un matematikçiler dünyasındaki egemenliğini kanıtlamaya yetiyordu. Ancak bu, onun için sadece bir başlangıçtı. Göttingen Üniversitesi'ne kabul edilen dahi, 22 yaşındayken doktorasını tamamladı ve bütün cebir denklemlerinin çözümlerini sunduğu ilk kez kanıtlanan "Temel Cebir Teoremi"ni yarattı.

Ama, tüm başarılarına rağmen hak ettiği ünü bir türlü kazanamamıştı. Ta ki 1801 yılına, bir İtalyan astronomun Mars ve Jüpiter arasında bir gezegen bulduğunu açıklamasına kadar... Diğer astronomlar da bu iddiayı kanıtlamak için yarıştılar. Ancak, yeni gezegen, güneşin göz kamaştıran ışınları arasında kaybolmuştu. Bilim adamları, gezegenin yerini saptamak konusunda başarılı olamıyorlardı. Gauss, adını duyurabilecek bir şans yakalamıştı.

En Küçük Kareler Metodu'nu yeni gezegenle ilgili gözlemlere uygulayarak, nerede görülebileceğini belirledi. Bundan birkaç ay sonra astronomlar, Gauss'un öngördüğü yere teleskoplarını yönlendirdiler ve gerçekten de gezegeni buldular. Astronomlar bu gezegene "Ceres" adını verdiler. Ceres, günümüzde, Mars ile Jüpiter arasındaki yörüngede bulunan binlerce kaya parçası içindeki ilk "küçük gezegen" ya da asteroit olarak biliniyor.

Gauss'un bu buluşu, uluslararası alanda tanınmasına yol açtı. Bu sırada, sadece 24 yaşındaydı. Kendisine ün kazandıran gelişmeden birkaç ay sonra, ikinci bombasını patlatacak, matematik alanında en önemli çalışmalardan biri kabul edilen Aritmetik Araştırmalar (Disquisitiones Aritmeticae) adlı kitabını yayımlayacaktı. Kitabında, asal sayılar gibi bütün sayıların özellikleriyle ilgilenen matematiğin yeni dalı "sayı teorisi"ni incelemişti.

Çalışması, günümüzde de kullanılan sayı teorisinin temelini oluşturuyor. 1807 yılında, Göttingen Üniversitesi astronomi bölümüne profesör oldu ve ömrünün sonuna kadar da burada kaldı. Dahi bilim adamı, 31 yaşında ikinci başyapıtını yayımladı. Konik Kesitli Gökcisimlerin Güneş Çevresindeki Hareket Kuramı (Theoria Motus Corporum Coelestium in Sectianibus Conicis Solem Ambientium) başlıklı yapıtında, Güneş Sistemi içindeki gezegenlerin çekim kuvvetlerinin hesaplanmasını ve yörünge kuramlarını gösterdi. Sunduğu yöntemler, bugün bile astronomlar tarafından kullanılıyor.

Gauss, 1777'de Brunswick'teki bu evde doğmuştu. Bu yapı, II. Dünya Savaşı sırasında yıkıldı.
Gauss, bu çalışmasından sonra dikkatini Dünya'ya çevirdi. 4.000 yıldır Dünya'nın kusursuz bir küre olduğu düşünülmüştü. Ancak, Isaac Newton Dünya'nın yörüngesel hareketi gereği ekvator düzleminde bir bombenin var olduğunu göstermişti. Gauss, Dünya'nın şeklini nasıl ölçebileceğini araştırırken, köklü bir keşfe daha imza attı: Herhangi bir yüzeyin şekli, geometrinin normal kuralları ona hâlâ uygulanabiliyorsa ölçülebilir.

2.000 yıl önce Yunanlı matematikçi Eukleides, bu kuralları belirlemişti. Örneğin, paralel doğrular, uzunlukları ne olursa olsun kesişmezler gibi... Ancak Gauss, Eukleides'in paralel doğruların kesişmeyecekleri ilkesini düz yüzeyleri göz önünde bulundurarak açıkladığını fark etti. Top ya da gezegen gibi kıvrımlı yüzeylerde, Eukleides yasası geçerliliğini yitiriyordu. Zaten boylamların ekvatorda paralel olarak başlayıp, daha sonra kutuplarda kesişmesi, bunun en açık kanıtı...

Bu yaklaşımı, Eukleides-dışı geometriye doğru giden yolda ilk adımdı. Dolayısıyla, o güne kadar yürütülen tüm çalışmalar bir anlamda değerini yitiriyordu. Örneğin, Eukleides-dışı yüzeylerde, bir üçgenin iç açılarının toplamı artık 180 derece değildi ya da bir çemberin çevresi, çapıyla Pi sayısının çarpımına eşit değildi.
Gauss, bütün bunları içeren formülleri belirledi. Bu bağlamda, haritacıların neden dünyanın mükemmel bir haritasını çizemeyeceklerini açıkladı: Bir kürenin yüzeyi gerçek bir eğime sahiptir, dolayısıyla bu doğal eğimleri bilmeden haritanın ayrıntıları belirlenemez. Buna karşılık, bir silindirin eğimli yüzeyi mükemmel bir şekilde düzleştirilebilir. O nedenle, dünya haritalarında çok farklı modeller deneniyor ve aslında eğimli olmasına karşın, düz yüzeylerde yansıtılıyor.

Bu kilit keşiflere rağmen Gauss, Eukleides-dışı geometriyle ilgili çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttü. Ne de olsa 2000 yıllık bir geçmişle hesaplaşıyordu. Yıllar sonra, diğer araştırmacılar da benzer sonuçlara ulaştılar ve bunları açıklamaya başladılar. Harekete geçen bilim adamlarının arasında Albert Einstein da vardı. Einstein, 1915 yılında, yeni geliştirdiği Genel İzafiyet Teorisi'nin merkezine Eukleides-dışı geometriyi oturtmuştu.

Genel İzafiyet Teorisi'ne göre, yerçekimi, uzay ve zamanın kütlesel eğiminin bir sonucuydu. Eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisiydi. Ancak, Genel İzafiyet Teorisi'ne göre evren, hem bir bilardo masası gibi sıfır eğrilik derecesine sahip olabilir, hem de bir top gibi pozitif eğimli ya da bir semer gibi negatif eğimli olabilirdi.

Geçtiğimiz nisan ayında, astronomların uzayın derinliklerinde Büyük Patlama'dan geriye kalan sıcaklığı çözümlemeleri sırasında ortaya çıkan sonuç, Gauss'un eğimli yüzeylerin ölçülebileceği iddiasını doğruluyor. Nitekim, astronomlar, evrenin eğimini ölçtüler ve sonuçta da düz olduğu sonucuna ulaştılar.

Bir denizaltının üzerindeki manyetik alan.
1830'lu yıllarda Gauss, 50'li yaşlara merdiven dayamıştı; ancak hâlâ yeni araştırma alanları arıyordu. Alman fizikçi Wilhelm Weber ile bir ekip kurup, o günlerde büyük bir karmaşa yaratan elektromanyetizma teorisini yeniden ele aldı. Manyetizmanın ölçülmesine yönelik çok hassas yeni birimler oluşturdu. Bunlar arasında "Gauss" birimi, günümüzde de kullanılıyor. Ayrıca, elektromanyetik yüklerin etkileri hakkında çok önemli teoremlere ulaştı.

Bundan sonraki araştırmalarında, geometrik şekillerin veya üç boyutlu cisimlerin bazı durumlarda değişmeyen özelliklerini inceleyen matematik dalı olan "topoloji" üstünde yoğunlaştı. Topoloji, bükülen, eğrilen cisimleri inceliyordu. Gauss, bu dalın evreni kavramakta çok önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyordu. Tarih, bu konuda da Gauss'u haklı çıkardı. Çünkü topoloji, bugün teorik fiziğin kalbini oluşturuyor.

Evrendeki parçacıkların özellikleri ve aralarındaki güç ilişkisi, topolojinin yardımıyla açıklanıyor. Gauss, 1855 yılında 78 yaşındayken öldü. Hayatını matematiğe adayan bilim adamı, sayılarla oyun oynamayı kendisine görev bilmişti. Günümüze kadar uzanan teorileri, matematiğe ışık tutmayı sürdürüyor.

Dalgaların Çözülmemiş Sırları...

Okyanus boyunca boy alıp, kıyıya varıncaya kadar olağanüstü katı matematik kurallarına uyuyorlar. Ama bilim, dalgaların tüm sırlarını henüz açığa çıkarmış değil...

Hawaii'de kıyıya vuran dev bir dalga
Dalgalar, kıyıya ulaşıncaya kadar birkaç saat içinde binlerce kilometre yol alabiliyorlar. Dalga hızını ölçmek için, aynı dalganın arka arkaya oluşturduğu iki dalga yüksekliği arasındaki süre hesaplanıyor. Bugüne kadar saptanan en süratki dalganın hızı, saatte 144 kilometreydi. en yüksek dalga 25 metreye kadar çıkabiliyor. Bir dalganın yüksekliği ile genişliği arasındaki oran 1 ile 7 arasında değişiyor.

Hawaii'de kıyıya vuran dev bir dalga, 7,5 metre yüksekliğine ulaşabiliyor. 150 metre uzunluğa sahip ve saatte 150 kilometre hızla hareket eden bir dalganın ön yüzünde taşıdığı enerji, yaklaşık 700 beygir gücüne eşit. Bu da yaklaşık, orta silindirli 10 otomobilin motor gücü demek.


Bilimin, dalgaları, yapılarını ve hareketlerini incelemeye başlaması çok eski bir tarihe uzanmıyor. Dalgalar konusunda ilk bilimsel teori, 1802 yılında İngiliz bilim adamı F. Gerstener tarafından ortaya atıldı.

Son yıllarda uydulardan gelen araştırmalar, Atlantik Okyanusu'ndaki dalgaların yüksekliğinin sürekli arttığını gösteriyor. 1990'lı yıllardaki dalgaların ortalama yüksekliği 1960'lı yılların dalgalarının ortalama yüksekliğinden yaklaşık yüzde elli daha fazla. Bilim insanları, bu olayı Atlantik okyanusun'ndaki aşırı fırtınalara bağlıyorlar.

Discovery'den Farklı Haberler Var!






Discovery'nin contası değiştirildi

NASA sözcülerinden Allard Beutel, yalnızca sağ ana iniş takımı payandasındaki conta hidrolik sızdırsa da mekiğin tüm 4 lastik contası değiştirildiğini belirterek, arızanın giderilmesi için tüm tekerlekler ve fren sisteminin çıkarılması ve sonra yeniden toplanması gerektiğini kaydetti. Yarın bu parçaların yere indirileceğini ve hidrolik sızıntısının sürüp sürmeyeceğinin gözleneceğini anlatan Beutel, onarım işleminin beklenenden kısa sürdüğünü ve başka sorun çıkmazsa daha önce öngörüldüğü gibi mekiğin Uluslararası Uzay İstasyonu'na gönderilmek üzere 23 Ekim'de uzaya fırlatılacağını söyledi.

-YENİ MODÜL TAŞINACAK-
iscovery'nin bu seferi sırasında, yeryüzünden yaklaşık 400 kilometre uzaklıkta yörüngedeki Uluslararası Uzay İstasyonu'na (UUİ), diğer ülkelerin de laboratuvarlarını kenetleyebilecekleri yeni bir modül taşınacak. ABD'deki 6 üniversitenin öğrencilerinin kararıyla ''Harmony'' (uyum) olarak adlandırılan bu basınçlı modül, UUİ'nin uluslararası ortaklığa açılan kapısı olarak görülüyor. Japonya'nın, gelecek yılın başlarında ilk katını göndereceği 2 katlı bilimsel laboratuvar ''Kibo'' ile İtalya'nın bu yıl içinde monte edeceği kendi laboratuvarı ''Columbus'', bu modüle bağlanacak. UUİ'de 73.6 metreküplük yeni alan sağlayacak 15 tonluk modülün gelecek hafta fırlatma rampasına getirilmesi öngörülüyor. Uzay yürüyüşleri sırasında UUİ'ye monte edilecek ''Harmony'' modülünde mürettebat için yatakhane, astronotların egzersiz yapabilecekleri bir koşu bandı için boşluk, deneyler için mekanlar ve mekiğin kenetlenmesi için yeni bir kapı bulunuyor. Modül, montajı tamamlandığında, çevresine eklenecek 4 üniteye de evsahipliği yapacak. ABD, ''Columbus'' laboratuvarını uzaya götürme karşılığında İtalya ile ''Harmony'' modülünün inşası konusunda anlaşmıştı. Torino'dan 2003 yılı haziran ayında Kennedy Uzay Üssü'ne getirilen modül, burada elden geçirilmiş ve uzay yolculuğuna hazır duruma getirilmişti. UUİ'ye 1998'den bu yana 14 belli başlı ek monte edildi. İstasyonun ilk modülü olan 13 telefon kabini büyüklüğündeki ''Destiny''de bilimsel deneyler için mekanlar ve robot kolun kontrol merkezi bulunuyor. Ay ve ötesine gitme planları çerçevesinde UUİ'yi astronotların uzun süreli kalışları için kulanmayı amaçlayan NASA ve ortakları, istasyonun inşasını 2010'a dek tamamlamayı planlıyorlar.

Büyüleyici Bir Dünya Mercanlar!!!

Mercan adı altında toplanan türlerin sayısı on binleri buluyor. İlk bakışta birbirlerine benzeyen bu canlılar, ayrıntılarda önemli farklılıklar sergiliyorlar.

"Tubastrea" türü mercanlar bir ahtapotun çevresini sarıyorlar.
Mercanlar, omurgasız canlılar. Bu nedenle, ya kalkerden oluşmuş sağlam bir zemini destek alarak ya da resimdeki gibi hareket eden başka canlılara sarılarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Bazı poliplerin uzunluğu birkaç milimetreyi geçmiyor. Ama, hep birlikte 600.000 kilometrekarelik bir alanı kaplıyorlar.Polipler, aslında çok basit organizmalar. Tüp biçiminde bir keseden ve sinirler ağından oluşuyorlar.

"Diplora strigosa"
"Phsogyra lichtensteini" türü mercanlar, yeryüzündeki en eski mercan türlerinden biri olarak kabul ediliyor. Gezegenimizin ilk mercan örneklerinin, Paleozoyik Çağ'da, yani bundan 570 milyon yıl önce ortaya çıktıkları sanılıyor. Denizyıldızları, mercan poliplerinin salgıladıkları maddelerle besleniyorlar. Denizyıldızlarından sonra mercanların en önemli düşmanlarından birisi de "papağan balığı"...Her polipin midesi diğerleriyle iç içe, bir mercan kolonisinin bir tek sindirim sistemi var. Mercanlar küçük canlılar, ama, koloniler halinde yaşadıkları için çok büyük alanları kaplayabiliyorlar. Okyanus derinliklerinin yüzde 0,2'si mercan setlerinden oluşuyor.

"Nematosit" denilen kapsüller
Kızıldeniz'deki bir mercanın dokungaçlarının üstünde "nematosit" adı verilen kapsüller bulunuyor. Bu kapsüllere dokunulduğu zaman patlayıp açılıyorlar. "Diplora strigosa" türü mercanlarınsa görme duyusu yok. Avlarının yerini belirlemek için, organik sıvılara karşı duyarlı olan "kimyasal alıcılar"ını kullanıyorlar.Mercanların canlı renklerinin nedeni, hücrelerinde içerdikleri pigmentler ve dallarında yaşayan yosunlar. Birçok av, bu canlı renklerin cazibesine kapılıyor ve onlara yem oluyor.

22 Eylül 2007

Gen Bencildir!

Richard Dawkins, 1976'da yayımlanan "Gen Bencildir" adlı kitabında evrimin itici gücünün genler olduğunu açıkladı. Bencil gen kavramı, bilim dünyasında yanlış anlamalara ve karmaşaya yol açtı. Güçlü, ama yanlış anlaşılmaya yol açabilecek bir metafor. Bencil genler kavramının gelişimini inceliyoruz...

Hayatın hammaddesi... İnsan DNA'sının mikroskobik resmi.
1976 yılında Oxford Üniversitesi'nden genç bir öğretim üyesi, insanların gerçek doğası ile ilgili rahatsız edici iddialar ortaya attı. "Bizler, hayatını sürdürmeye çalışan makineleriz" diyordu, "Gen denilen bencil molekülleri korumaya programlanmış robotlardan farkımız yok."

Son yüzyılın en ünlü bilim kitaplarından birinin önsözünde yer alan bu sarsıcı cümle, yazarını uluslararası üne kavuşturdu. Richard Dawkins, şu sırada Oxford Üniversitesi'nde profesör ve muhtemelen Darwin'in evrim kuramının en etkili savunucusu.

Bu çarpıcı iddianın ortaya atıldığı kitap "Gen Bencildir", ilginç ismi sayesinde yüksek satış rakamlarına ulaştı. Ancak, bu isim aynı zamanda büyük yanlış anlamalara da yol açtı. Pek çok kişi, Dawkins'in keşfinin, insanlar dahil bütün canlıların sadece kendi hayatını düşünen ve hayatlarına devam etmek için, taşıyıcılarını kurban etmek dahil her şeyi yapabilecek, "bencil genler" tarafından kontrol edildiğini açıklayan bir kuram olduğunu düşünüyordu.

Genler kavramı tamamen anlaşılmadan önce, Darwin gibi bilim insanları, popülasyon için kendini feda eden hayvanların davranışlarını grup seleksiyonu ile açıklıyorlardı.
Oysa gerçek daha farklı. "Gen Bencildir", evrimi en iyi şekilde anlamak için, genlerin bencil varlıklar gibi düşünülmesi gerektiğini iddia eden bir kitap. Dawkins, ne genlerin gerçekten bencil olduğunu ve bilinçli hareket ettiğini söylüyordu; ne de evrimi destekleyen kanıtlar bulduğunu iddia ediyordu.

İnsanların bencil genlerinin isteklerine karşı koyamayacak kadar güçsüz varlıklar oldukları ise, anlatmak istediği en son şeydi. Gerçekte Dawkins, evrime genleri temel alan bir bakış açısıyla yaklaşma fikrini daha geniş kitlelere tanıtmak istiyordu. Bunu yaparken, bilim dünyasındaki en güçlü, ama yanlış anlaşılmaya uygun metaforu ortaya koydu.

"Bencil gen", Darwin dahil pek çok evrimciyi uğraştıran bir sorunun çözümü yolunda bir girişim aslında. Darwin, "Türlerin Köken"i (1859) başlıklı en ünlü kitabında, varlığın devamı için yapılan mücadelenin, sadece en dayanıklı canlıların geçebileceği bir "filtre" görevi gördüğünü söylüyordu. Bu canlılar, hayatı sürdürmeye elverişli özelliklere sahip nesiller ürettiklerinden, evrim devam ediyordu.

Bencil gen kuramına göre, aynı genetik bilgileri taşıyan insanları koruma eğilimindeyiz.
Ancak, Darwin evrimin acımasız kuralına meydan okuyan canlıların varlığından haberdardı. Bu canlıların, yavrulayacak kadar uzun süre yaşama şanslarını azaltan "cesaret" gibi özellikleri vardı. Peki bu özellik neden varlığını sürdürüyordu? Örneğin neden kuşlar, saldırı olasılığını artırsa da tehlike anında yüksek sesle ötüyorlardı ya da arılar neden yuvalarını korumak için kendilerini feda ediyorlardı?

1871 tarihli "İnsanın Kökeni" adlı kitabında Darwin, evrimin bireyler değil gruplar düzeyinde işleyen bir süreç olduğu fikrini ortaya koydu. Bu durumda, yukarıda sözü edilen "cesaret", bireyin değil türün hayat mücadelesinde rol oynayan bir özellikti.

İlerleyen yıllarda, Darwin'in "grup seleksiyonu" düşüncesi bir hayli popüler hale geldi. 1960'lı yıllarda, İskoç doğabilimci Vero Wynn-Edwards, grup seleksiyonu fikrinin, nüfusu çok fazla arttığında, ekin kargasının üremeyi durdurmasını açıkladığını söyledi. Bu davranış, genetik anlamda, tek bir karga için çok anlamsızken, tüm grubun hayatta kalması için gerekli görülüyordu.

Kısa bakış
"Gen bencildir" kuramına göre, Darwin’in evrim kuramı türlerin ya da bireylerin yaşama mücadelesi olarak değil, genler arasında bir mücadele şeklinde düşünülmeli. Genler, kopyalanabilen ve sonraki nesillere aktarılabilen kimyasal zincirler. Oxford Üniversitesi'nden zoolog Richard Dawkins, onlara bencillik gibi metaforik bir özellik atfedip, genetik bilgileri aktarmak için acımasızca kararlı oluşlarını, Darwin'in bile kafasını karıştıran özverili davranışları açıklamada kullanıyor. Bütün evrim uzmanları, bu genetik temelli evrim anlayışını kabul etmiyor. Yanı sıra, bencil gen kavramı pek çok yanlış anlama ve karmaşaya yol açıyor. Pek çok insan, bu kuramın tamamen bencil genler tarafından kontrol edildiğimiz anlamına geldiğini düşünüyor. Bu da ahlak ve irade gibi kavramların hiçe sayılması demek. Oysa, Richard Dawkins, çağdaş insanın aklı sayesinde, bencil genlere karşı koyabilen biricik canlı olduğunu söylüyor. Aklımız sayesinde, fiziksel sınırlarımızı aşıp, Darwin'in genetik ahlakının ötesine geçebiliyoruz.
Bu düşünce, herkesi ikna edemedi: Grup seleksiyonunu eleştirenler, çiftleşmenin durmasını, yeterli beslenemeyen kargaların çok sayıda yumurta bırakamamalarına bağlıyordu. 1960'lı yılların ortasında grup seleksiyonu yeni kuşak biyologlar tarafından eleştirilmeye başladı. Bu biyologlar, böyle davranışların ve evrimin, yaşamın en temel birimi, yani genler temel alınarak düşünülmesi gerektiğinde ısrar ediyorlardı.

Darwin'in evrim kuramını oluşturduğu dönemde, genler hakkında ciddi kanıtlar yoktu. Bu konudaki ilk kanıtlar 1866 yılında, bitkilerle deney yapan Avusturyalı keşiş Gregor Mendel tarafından ortaya kondu. Darwin'in kuramı için hayati önemi bulunmasına rağmen, Mendel'in çalışması ölümünden uzun bir süre sonrasına kadar görmezden gelindi. 1960'lı yılların başında DNA yapısı keşfedildiğinde, genler biyolojide ilgi odağı haline geldi.

Genlerin evrimdeki rolüyle ilgilenen etologlar (hayvan davranışlarını inceleyen bilim insanları), genleri uzun yıllardır süren gizemin yanıtı olarak gördüler: Genler, "doğal seleksiyon"un ne şekilde işlediğini aydınlatabilirdi... Yanıt, koşullara göre değişkenlik gösteriyordu; bazen bireyler, bazen de hayvan grupları, bazen de bir türün tamamı etkili oluyordu. Wynn Edwards'ı eleştirenlerin de işaret ettiği gibi, eldeki kanıtlar pek inandırıcı değildi.

Her şey karmakarışıktı; biraz düzen için sorulara tek bir yanıt bulunması gerekliydi... Genler, evrimin ana etmeni olmak için güçlü adaylardı. Ancak, zamanında Darwin'i de meşgul eden büyük bir sorun vardı: canlıların özverili davranışları. Genler, gerçekten doğal seleksiyonun gerçek odağı olarak kabul edilirlerse, bir sonraki nesle aktarılmalarını engelleyecek davranışları açıklamak zorlaşıyordu.

Bencil gen kuramına göre, aynı genetik bilgileri taşıyan insanları koruma eğilimindeyiz.
1964 yılında, Oxford Üniversitesi'nden kuramcı William Hamilton'un yazdığı bir makale ile bu alanda önemli bir gelişme yaşandı. Hamilton, öğrenciliği sırasında okuduğu bir makaleden yola çıkmıştı. Bu makalede, genetikçi JBS Haldane, şakayla karışık, iki kardeşi ve sekiz kuzeni için kendi hayatını feda edebileceğini söylüyordu. Şakanın gerisinde bir genetik gerçek vardı: Kardeşler, ebeveynlerinin genlerinin kopyasını taşırlar. Dolayısıyla, kardeşlerden biri, diğer ikisinin hayatı için kendini feda ederse, gen takımlarından yalnız biri kaybolurken diğer ikisi korunur. Genlerin bakış açısına göre, bu durum hepsinin birden yok olmasından daha iyi. Bu hesaba kuzenler de dahil edilirse, onlar uzak akrabalar olduklarından, daha çok hayatın kurtarılması gerekli.

Bir anda özverili davranışlar sonucu genlerin aktarılması bulmaca olmaktan çıktı. Bireyin ölümü, daha fazla sayıda gen takımının devamını sağladığından, özveri anlamlı hale geldi. Hamilton, bu fikirle ilgili araştırmaları, hayvanlar dünyasından seçilmiş örnekler yerine, matematiksel ayrıntılarda yaptı. Genlerde fedakârlık hakkındaki kuramı kanıtlamayı başardı. Bu kuram, kendilerini kurban eden genlerin nasıl yaygınlaştığını gösteriyordu. Yaygınlaşma, kurtarılan hayat sayısına, akrabalığın yakınlık derecesine ve özverinin bedeline bağlı olarak değişiyordu.

Richard Dawkins'in "Gen Bencildir" adlı kitabı 1976 yılında yayımlandı.
Hamilton, böylece, özverinin genetik anlamda "akrabalık seleksiyonu" ile açıklanabileceğini gösterdi. Darwin'in bulmacası da çözülmüştü. Hamilton'un çalışması, "Türlerin Kökeni"nin ardından evrim kuramındaki en büyük buluş olarak kabul gördü.

Ancak o yıllarda, grup seleksiyonu düşüncesi hâlâ etkiliydi ve Hamilton, kendi düşüncelerini kabul ettirmekte zorluklarla karşılaşıyordu. 1966 yılında, Amerikalı evrim biyoloğu George C. Williams'ın "Uyum ve Doğal Seleksiyon" adlı kitabı yayımlaması dönüm noktası oldu. Bu çalışma sayesinde, grup seleksiyonuna ilişkin karmaşık veriler aydınlığa kavuştu. Williams, grup seleksiyonunun evrim üzerinde çok küçük bir etkisi olduğunu gösterdi. Ona göre, evrimi anlamanın en iyi yolu, mümkün olan en düşük seviyede, yani genler düzeyinde düşünmekten geçiyordu.

Oxford Üniversitesi zooloji bölümü mezunu Richard Dawkins, Hamilton ve Willimas'ın çalışmalarından etkilenenler arasındaydı. Genler düzeyinde çalışmanın, gücü ve inceliğinden etkilenen Dawkins, bu düşünceyi daha geniş bir kitleye tanıtma ihtiyacı duydu. Bunu yapmak için, esrarengiz örneklerle matematiği bir araya getirip insanlara sunmanın bir yolunu bulması gerekiyordu. Bir metafora ihtiyacı vardı, bu noktada yardımına "bencil gen" düşüncesi yetişti...

Rüzgarın Çocukları

Start-finish düzlüğündeki diğer yarışmacılar, frene ve gaza aynı anda basarak asfalt üzerinde patinaj çektirdiği tekerleklerini ısıtmaya çalışırken, o, umursamaz bir şekilde pantolonunu çekiştirmekle meşgul. Durumu gören pit ekibinin özel tasarım elektrikli battaniyeleri tekerleklere geçirmek için koşuşturması, seyircileri daha da coşturmaktan başka bir işe yaramıyor.

Birazdan yarış başlayacak ve seyirciden başka hiçbir şeyi önemsemeyen bu genç pilot, pistin en hızlı bölümünde saatte 324 kilometre hıza erişecek. Ses hızının dörtte birinden daha yüksek olan bu hızda, üzerinizdeki fiziksel etki, sizi motorun üzerinden 180 kilometre hızla geri fırlatabilir! Bu hızda eğer bir otobanda gidiyor olsaydınız, hızınız daha 220 kilometreye ulaşmadan yoldaki kesik şerit çizgilerini artık tek bir düz çizgi görmeye başlayacak; 300 kilometre civarında da, tıpta adı ''Tamamlayıcı Renkler İllüzyonu'' adı verilen sendromla tanışacaktınız. Bu, üzerinde üç ana rengin (kırmızı/ mavi/yeşil) bulunduğu bir fırıldağın döndürüldüğünde gözün sadece beyaz rengi görmesi ile aynı şey. Eğer çevrenizde doğru renk kombinasyonları varsa (ki renkli takım bayraklarıyla Moto GP tribünleri, bu iş için birebir), etrafınızı beyaz renkte görmeye başlayabilirsiniz!

Genç pilot, bir ara yavaşlayıp 10. sıraya kadar düşmesine rağmen, yarışı birinci bitirmeyi yine başarıyor. Motosikleti ile zafer turunu atarken, ayağa kalkıp eğilerek seyircilerini selamlıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, kendisini destekleyen ''tifosi''ler bu gösteriden çok memnun. Ama o da ne? Gösterinin en üst noktaya döndüğü anda, motorunu pistin kenarına yanaştırarak bariyerlerden atlayıp koşmaya başlıyor! Genç pilot, pistin hemen yanı başındaki seyyar tuvalete girerek, 53 turun sonrasında nihayet ''gerçek huzura'' erişiyor.

Geçtiğimiz yıl Honda'dan Yamaha'ya transfer olan İtalyan pilot Valentino Rossi, yarışmalara zorlu fizik testleri ile hazırlanmak zorunda
Asıl sorun, yavaş gitmek...

2001-2002 sezonunda İspanya'daki Jerez pistinde bu sahnenin gerçekleşmesine yol açan pilot, son dört yılın şampiyonu Valentino Rossi'den başkası değildi! Videosunu Focus dergisinin İnternet sitesinden izleyebileceğiniz bu olay sonrasında Rossi, ertesi yıl katıldığı Honda takımı için bir de reklam filmi çevirdi. Reklam filminde Rossi yine tuvalete koşuyordu, ancak tek bir farkla: Bu kez, yarış başlamadan birkaç saniye önce tuvalete giriyordu. Dışarıda start verildiği halde tuvalette rahatını bozmayan Valentino Rossi'nin verdiği mesaj çok netti: ''Boşver, nasıl olsa altımdaki bir Honda...''

Şaka bir yana, 990 cc ve 5 silindirli yeni kuşak motorlarla MotoGP'de hız yapmak hiç sorun değil. Aksine, düşük hızda gitmek sorun çıkarabiliyor. Valentino Rossi'nin viraj alırken arka tekerleğinde saptanan 20º derecelik sapma ve ardında bıraktığı yağ izi, bunun net bir göstergesi.

Motosikletler hakkındaki yaygın bir ''kent efsanesi''ni yıkmakla işe başlayalım. Rossi ve rakiplerinin, virajlarda yana yatmalarının altında ne hız tutkusu yatıyor ne de ''soğukkanlı'' görünmek. Onlar, yalnızca altlarındaki motorun fren sistemini kontrol etmeye çalışıyorlar!

Virajları ne kadar yatarak alırsanız, hızınızın o kadar artacağı yanılgısı da doğru değil. Moto GP'de asıl amaç, yarışta viraj alırken tüm ağırlığı ön kısma yüklenen motorun burun kısmının hafifletilmesi, böylece negatif dönme momentinin azaltılmasını sağlamaktan başka bir şey değil!

20 Eylül 2007

Hayatımın Dönüm Noktalarından Biri Öss

Hayatımın dönüm noktalarından biri olan Öss sınavı gibi bir sınavdan bahsetmek istiyorum.Sınavın neden yapıldığı ve nasıl yapıldığını değil daha çok benim ne yapacağımı anlatmak isterim sizlere.

Çalışmak çalışmak ve çalışmak Öss denen mereti başarı ile tamamlamanın tek yolunun bu olduğu söylenir ama saçma da olsa benim farklı düşüncelerim var isterseniz katılın isterseniz katılmayın ama benim böyle düşüncelerim var yani :)
Felsefe hocamın dediği gibi ister katıl ister katılma ama ne diyorum ben bir bak...Daha 1 dersime girdi fakat bende büyük bir etkisi oldu.Felsefe yi seviyorum.

Her neyse ben döneyim Öss ye;üniversiteye girip hayatımın geri kalanını rahat geçirebilmek için bir iş sahıbı olabılmemi kolaylaştıracak olan bu sınavı başarı ile geçmem demek şanslı isem kurtuldum 'Yırttım lan' demek oluyor.

Sınav kitapçığına baktığım an bütün soruların aslında belli bir cevabı var ama önemli olan kalemimi doğru yere sallamam :) Tabiki değil gerçekten tecrüme burda işe yarıyor,bu tecrübe belki sınava girmişlik belkide hep bu sınav sisteminde çalışma yapmak.Çözülebilecek ne kadar soru varsa hepsini çözmek acaba beni o sınavda başarıya ulaştırır mı? Muhtemelen evet çünkü sorular sadece kelime farkları ile aynı olacaktır eğer şu ana kadar çözülmüş soruları çözerseniz...

Önemli olan çalışmayı istemek Üniversiteye girmeyi değil ama cidden içten istemek,ben ne yalan söyleyeyim çalışasım geldiği anlarda başlıyorum çalışmaya fakat anlıyorum ki o bir gazmış ben aslında gerçekten istememişim çalışmayı o an ama eminim ki istediğim zaman yapabilirim üşengeçliğim ve isteğimin yetersiz olması ve şuan elimin altında bulunan merete harcadığım zamanda soru çözerek 1 soru hakkında daha bilgi sahibi olabılırım.

Hocalar günde 150 soru diyorlar 1 haftada 7 gün var 7*150 eder=1050 soru Öss de çıkacak 180 soru ben neden 1 yıl boyunca her gün 150 soru çözüyorum yahu? Direk denesem ya 500 soru mutlaka vardır bir yerlerde sınavda çıkan sorulara benzer bir soru ki zaten Öss hazırlık kitapları hep öss sınavlarından yararlanılarak hazırlanmıştır.Hazırlanmamışsa zaten gerek yoktur.Öss için o kitabı almaya.Hesabıma döneyim haftada 1050 soru şu an itibarı ile Öss ye tam 35 hafta var 35*1050=36750 soru yapar.180 soru için 36750 soru hadi 6750 tane geçtim 30.000 soru çözmek ne kadar mantıklı! Tamam yararını göreceğim ama amaç Öss kazanmaksa gerçekten mantıksız.

Bütün bu anlattıklarıma inat çalışacağım belkide bu son yazım nefsime hakim olabilirsem girmeyeceğim bir daha buraya Öss akşamı görüşmek üzere Hoşçakalın...İzmir de sonbahar bayağı güzelmiş.

Uçak teknolojileri ve Bilim

Uzun mesafeli uçuşların 1952'de başladığı "jet çağı"ndan günümüze, havayolu şirketleri pek çok yeniliğe ve değişikliğe tanık oldu. Hatta, 27 Şubat 1903'te, efsanevi uçaklarıyla ilk uçuşlarını gerçekleştiren, havacılığın kurucuları Wright kardeşler bile, bugün yaşasalardı gelinen noktaya şaşırırlardı.

On yıllardır uçaklar üstünde küçük, ama sürekli değişiklikler yapılıyor. Daha sessiz çalışan motorlar, sağlam gövdeler, hava sürtünmesini azaltan kanatlar... Ancak, daha büyük ve köklü değişimler ufukta görünüyor; geleceğin hava araçları, katı aerodinamik anlayışı ve hatta fizik yasalarıyla düelloya girecek. Concorde, geride bıraktığımız 50 yıllık sürede farklılığı en çok göze çarpan modeldi. Ancak, sesten hızlı uçak devrimi hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmedi.

Sorun, yüksek sesin yarattığı gürültü kirliliğiydi. Concorde modeli, Mach 2 düzeyine ulaşabiliyor; ama, sadece Atlas Okyanusu'nun üstünde... Aynı şekilde, Yeni Boeing Sonic Cruiser'ın (Boeing'in ses hızını aşan modeli) da sadece ses hızının altında uçmasına izin veriliyor. Uçaklardan yayılan gürültü kirliliği için çok katı kurallar uygulanıyor. Artık, pencereleri titreten uçaklara izin yok.

Peki, bu yüksek ses nasıl engelleniyor? Yüksek ses, şok dalgaları halinde yayılıyor. Bu dalga, uçağın ön kısmındaki yüksek basınç ve arka kısmındaki alçak basınçtan ötürü "N" şeklinde... Şok dalgası, uçağın aerodinamik yapısının azaltılmasıyla engellenebiliyor. Akla yatkın gelmese de, kör nokta, şok dalgasının önünde bir basınç dalgası yaratarak sesi uzatıyor. Motorun gürültüsü belki daha uzun sürüyor, ancak, sesin şiddeti azalıyor.

Kaldırma yüzeyi olarak, kanatlar yerine uçağın tüm gövde uzunluğunu kullanmak da başka bir yöntem. Böylece, gürültü daha geniş bir alanda doğduğundan hafifliyor.

Uçak üreticilerinden Lockheed ve Fulfstream şirketleri, Gürültüsüz Süpersonik Uçak Teknolojisi (Quiet Supersonic Aircraft Technology, QSAT) adını verdikleri programla 2005'te uçurmayı planladıkları prototipte, bu teknikleri birleştiriyorlar. Concorde modeli yer seviyesinde, her 2,51 cm2 alana 0,90 kg'lik basınç uyguluyor. Askeri uçaklar 0,45 kg'lik bir basınç doğururken, QSAT uçağının 0,45 kg'lik basınçla daha az gürültüye neden olacağı tahmin ediliyor.

Bu da, nüfus yoğunluğu fazla olan kentlerin semalarında daha az gürültü kirliliği demek.
Uçak motorlarından yükselen sesi azaltmak anlamına gelen "plazma aerodinamiği", aynı zamanda sürtünmeyi de en aza indiriyor. Plazma, elektrik yüklü bir gaz... Rusya'da yapılan deneyler, uçak çevresinde çok küçük miktarlarda (milyonda birden az) üretilecek plazmanın, hava akışını tamamen değiştirdiğini kanıtladı. Önceleri, plazmanın havayı ısıttığı, dolayısıyla da sürtünmeyi azalttığı düşünülüyordu.

Ancak, aslında plazmanın etkileri çok daha karmaşık. Fizikçiler, plazma akışı ve akustik iyon dalgası çiftiyle birleşen elektrik ve manyetik alanın, üç boyutlu etkileri üstünde duruyorlar. Ama, süreci açıklayacak mekanizma hâlâ araştırılıyor. Bu alandaki pratik uygulamalar, kuramsal tanımlamalardan bir hayli ileride.
Plazma, şok dalgasını nemlendirerek ve parçalara ayırarak değiştiriyor. Kimi uzmanlar, ses kirliliğinin bu yolla önlenebileceğini düşünüyorlar.

Her şeyin ötesinde, hava sürtünmesini azaltıyor. Farnbourgh'daki DERA Laboratuvarı'ndan Terry Cain, sürtünmenin yüzde 10 oranında düşürülebileceğini gösterdi. Yüzde 1'lik bir azaltma bile, uçağın hafiflemesinde ve hızında olumlu gelişmeler sağlıyor. Plazma üretecinin eklenmesiyle, uçakta değişikliğe gitmeden performansı artırılabilir. "Tesla bobini"ne dayanan üreteçler 1990'lı yıllarda geliştirildi, ancak, yetersizdi. Yeni geliştirilen modeller ise, göreceli olarak daha iyi. Ferroelektrik seramik tabakalar kullanan üreteç, elektron atımı üreterek zayıf bir ateş yayıyor.

Uçağın kontrolü, kanat ve dümen gibi hareketli yüzeylere dayanıyor. Plazma teknolojisi, bunların yerine çevresindeki hava akışını değiştiren ve oynar parçaya gereksinim duymayan panelleri kullanıyor.



Bilim konuları hep ilgimi çekmiştir.Bilim diyorum bakın dallara ayırmadan cinsellikte bilim,tıp ta bilim veya savaş ta bilim aslında ucundan teknolojide var ama ben hepsini bilim adı altında topluyorum...

15 Eylül 2007

Yazmam geliyor...

Denmiştir ki
Nush ile uslanmayanın hakkı tekdir,
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kö'tektir'.

Çok sevdiğim bir sözdür ve uygulama çabalarım çoğu kez başarısız olmuştur.Tekdir kısmımın kısa olması dolayısı ile uslanmayan kişi burda biraz dez avantajlı durumda kalıyor.

Demek istediklerim aslında tamamen burada yazdıklarım ne demek istemiş bu şeklinde soruları duymak hoşuma gitmez çünkü sözcük anlamı ile 'okumak' kelimesini tam anlamı ile icra ettiğimiz anda söylediklerim tam da demek istediklerim olur.

Sosyal olmaya çalıştığım zamanlarda şevkimi kıracak birşey bulmakta üstüme yoktur.Hep tek başıma sosyal olmak istemişimdir yanlızlığı sevdiğimden veya kalabalıktan hoşlanmadığımda değil bunu sorgulamaya gerek duymadığımdandır tek sosyalleşme çabalarım.
Topluluk içinde konuşmam herkesin susmasına neden olur fakat kafamdan geçenler dilime adeta 'turbonet' bağlantım gibi saniyede 4096 kbps ile ulaşır fazla veri aktarımından dolayı ise ethernet kablomun 'jak' girişi yanar sonuç ise kopmuş bir bağlantı ve 5 6 sn sonra gülmeye başlaması muhtemel olan bir arkadaş topluluğu.
Demek istediğim herkes tarafından anlaşılmıştır ama belkide anlatışım demek istediğimi gölgede bırakarak dikkati oraya çekmiştir.Daha sonra düşünen ve söylediklerimi hatırlayanlar oradaki amacımın güldürmek değil 'anlatmak' olduğunu anlamışlardır.Benim için zamanın geçmesinden başka önemi yoktur.Sonu olmayan bir olguda neresinde durusanız durun hep aynıdır neye göre başındasınız kime göre sonundasınız ne zaman bitecek ne kadar süreniz kaldı bunun önemi Zaman kavramını bütün olarak ele aldığımızda kalmaz.Onun içindir ki söylediklerimin önemli ''Checkpoint'' noktalarını geçirmeden anlamak her zaman makbuldur.


Yazarak kafam boşalmıyor yazmam için kafamın dolu olması gerektiği gibi yazmadan önce ne yazacagım şeklinde düşünmüyorum yemek yemek gibi birşey aslında sofraya oturmadan ekmeği hanki elimle bölsem daha rahat olur şeklinde sorular gibi geliyor bana yazmadan önce planlamak.Ama yanlış anlaşılmasın çok fazla planım vardır.
Belli anabaşlıklar vardır ve onların alt başlıkları planlarım hep bu şekildedir.Konu başlığı ve yanbaşlığı planlarım sadece,yan başlık;içeriğini gerçekleştireceğim zaman bulduğum garip turbilans anlarımdan biridir.

Paragrafların sırasının öneminin olmaması yazıya daha bir önem kattı sıradan değil ilk gördüğünüz yerden okuyun...

Eğitim sistemine üniformalı olarak son dahil oluşuma kalan son 1 gün.

Pazartesi sanırım devlet memurlarının eğitmen olarak görev yaptığı bir kurumda sınıf denen odalarda min 25 max 32 kişi ile hayatımın tatil die adlandırıldığı kısmında ne yaptığımı anlatacağım...

Ben tekrar yazana kadar görüşmeyeceğiz aslında birinin görmesi için yazmadım da sanat sanat içindir anlayışı genelde güzel gelir bana :)( Beğenilip beğenilmeme kaygısını ortadan kaldırmak adına oluşan bir olgudur kendisi...O nu da başka bir kıssamda anlatacağım,yazacağım,klavyemi kullanacağım,paylaşacağım gibi şeyler!.!

10 Eylül 2007

İzmir Enternasyonel Fuarı 9 Eylül

İzmir de oturduğum için her sene gelenekleşmiş olarak fuar görmeye giderdim son 5 6 yıldır fuarda sergilenenen ürünler hep aynı olunca sıkılmaya başladım ama güzel bir ortamı oldugu için gitmeyede devam edeceğim.
Bu seneki izlenimlerim.
1.Kapıdan girerken yapılan aramalarda hiç bir anlam göremedim.Geçtikten sonra ötmeyen yok ama polisler hiç bir şey yapmıyorlar.Kadınların çantalarının fermuarları açılıp kapatılıyor.Hepsi bu bir güvenlik görevlisine sordum ben öttüm ya sağ arka cebimde bir c4 varsa dedim.
Cevap:Kaldır ellerini
dedi ve sağ arka cebime baktı ama birşey bulamayınca makara mı yapıon len sen yürü git dedi.
Güldüm geçtim...
2.Fuar giriş kapısından çıkış kapısına hatta etrafından lunaparktaki oyuncakların içine kadar seyyar tezgah doluydu fındık fıstık çerez döner kokoreç lazer dönen lamba fırıkdak mısır kağıt helva çiğ köfte kaktüs meyvesi muz turşusu armut şeftali pide gözleme vb. saydığım kadari ile 146 adet seyyar tezgah gördüm...Enternasyonel Fuar budur.

3.Yeni bir şey bulamadım tek yenilik Lunaparka Powersurge adında bir oyuncağın gelmesi çok çılgınca birşey uzaktan bakması hafif tebessüm yaratıyor.Bu arada her sene oldugu gibi ortama girene kadar korkmam binerim nidaları oyuncağa 1.5 2 metre kalıncaya kadardı.Uçan halıya bindim sadece.


4.Tek severek gezdiğim yerler teknoloji standları varsa smilatörler ve araba standlarıydı.
Ama onlardan eser yoktu otopark inşaatı varmış sonra durdurulmuş otoparkın yerinde sergi yapacak olan araba firması --- başka yer önerilmesi üzerine fuara katılmayacağını belirtmiş.Arabalar zaten eksik.
Mercedes benz hala aynı yerınde sanki otobüslerini hiç ordan kaldırmamış gibi duruyor gidip görenler için diorum o yeşil otobüs 2006 modeldir...


5.Her zamanki gibi yabancı jeep firmaları lüks standlardaydılar kızlar tanıtımlarını yapıyorlardı arabalar sadece muhabbete başlamak için bir araçtı İzmir in abaza gençliğine.

6. Eve dönüyorum artık otobüsteyim inmem gereken durağa geldim şöför e yakın kapıdan inecek tanıdıklarım var oraya doğru yürüyorum balina dan hallice bir kadın iki koltuğun arasında durmuş arkası dönük kadından sonrası Finish ama yanındaki adam inecek misin arkadasım die soruyor diyorum işte saygı sevgi budur diyecekken arkandaki kapıdan in orası daha müsait diyor (kadından geçemeceğimi anladı ve beni öbür kapıya yolladı ya kapıya varana kadar güldüm)



11.Fuar kapandı evdeyim yazıyorum...

Güzel bir söz söylemek istiyorum
İzmir in sokakları deniz deniz i kız kokar mış :) Seyyar muz turşusu yapan dayıdan duydum...

5 Eylül 2007

Farklı düşünceler

Bu gün farklı düşünceler içindeydim bazen eğleniyordum kendi kendime bağzen de eğlendiriyordum yüksek bir komiklik performansı ile hemde öyle böyle değil her durumda güldürecek esprilerle gün boyunca ara ara güldüm ve güldürdüm bugün.

Okumayı sevdiğini sanan kardeşimin sınıfta kaldığı için sınıf geçme sınavlarına girmesi gibi kötü bir durum bile moralimi etkilememişti hala onunla konusuyorum ve beraber gülüyoruz. :)

Kafam güzel deği, libidom mevsim normallerinde,abazanlık ta yok gibi ama nedense bugün kanım kaynadı.Şimdi duruldum yoksa yazmak aklıma gelmeyecekti aslında yazmak sanırım benim dinlendiğim zamanlarımda yaptığım ilginç bir egzersiz uyku yerine saatlerce düşünmek yerine yazabilirim ama buna parmaklarım ve gözlerim elvermiyor... (denemelerim oldu)

Yoğun bir gün geçirdim yatmak istiyorum galiba neyse.
Leyleklerin üzerinizden kaplumbağaların altınızdan geçmesi dileği ile...ehem bunu yeni buldum :)

2 Eylül 2007

Posta kodu ve belirli adres kodları bilinmezliği

Yurt dışından bir çek geleceğini haber aldım ve posta kodu ile birlikte adres vermem gerekiyordu internet işte böyle zamanalrda da işe yarar diecektim ki ptt posta kodu sorgulaması sayfa goruntulenemıyor 1 saat aradım fakat oturdugum yeırn posta kodunu bulamadım yeni taşındığmız için daha öncede bilmiyordum.Ama arıyordum dışarı çıktım dedım herhalde köşe başlarında oturan sakallı bir amca biliyordur nerede oturdugunu ve posta kodunun ne oldunugu hemde posta artık popülerliğini yitirmiş bir araç olarak kullanıldığından amca da pek popüler sayılmaz kafamda bu bağlantıyı kurarak gittim sordum amca buranın posta kodu nedir! (biliyor musunuz die sormadım bile o kadar eminim ya bileceğinden) el cevap: yok paşam bilmiyorum...
---Boyun bükük,bulamamanın verdiği mutsuzlukla bakkala girilir sorulur posta kodunu biliyor musunuz burasının ?2. cevap:hayır arkadaşım bilmiyorum(paragöz bir tipe benzediği için 2 ekmek alsam dedim cevap sert oldu :)

-Bakkalın karşısındaki pideciye soruyorum onlar lüksler ve orada uzun zamandır varlar sanırım öyle bir hava verdi bana.Girdim sordum dedim burasını posta kodu nedir bilen var mı ?
Ufak bir kız çıktı patron yok birazdan gelecek dedi.Sen biliyor musun burasını posta kodunu dediğimde ise hayır ben bilmiyorum dükkanın posta kodunu babam biliyor dedi bende lafı fazla uzatmadan ve çocuğun suratına nasıl olurda posta kodu denilen şeyin dükkana ait oldugunu düşünürsün yahu be kız şeklinde baktım ve çıktım...

Sonunda ev sahibimizden öğrendim posta kodunu oda ezber bilmiyormus sanırım sorduktan sonra içeriye gitti ve bağırdı 35410 şeklinde. Kodu aldım mutluyum çekimi bekliyorum...

Neden olmasın...

Bu tanımı hep duymusumdur kendime göre bir anlam yükledim bu kelimeye...


Bu adam kafasında kesin düşünceleri olan ve asla bu düşüncelerden taviz vermeyen bir adamdır.Bunu birde arkadası vardır bu adamda tamamen yırtık die tabir edilen türden hayatı dolu dolu yaşayan kızlar araba ve alkol üçlüsünden obez hastaların 3 beyaz olan un tuz ve rus üçlüsünden uzak durduğu kararlılığın tam tersi durumda bağlıydı.Bu ikisi bir vesile ile filmde yan yana getiriliyorlardı ve birbirleri ile belli konular dısında iyi geçiniyorlardı.Ama gün geçtikte devamlılıklarını koruyamayan bu iyi geçindikleri konular da artık iyiden iyiye yok oluyordu.

Kavga ederken aralarında geçen bir dialog...
Adamım senin gerçekten halletmen gereken büyük sorunların var çok kalıplaşmış düşüncelere sahipsin tmm bunlar sana hep doğru yolu bulduruyor ama birazda salman gerek kayışı.Çok germişsin sonsuza dek bu sıklıkta gidemez bu kemer bir yerde kopacak ve geriye dikecek ipliğin olmayacaktır.
2. adamımız:Ben halimden memnunun sen kendine bak 1 gün mutlusun ama akşamına kanepelerde sızmış bir şekilde yatıyorsun ve çok kötü kokuyorsun ben bundan nefret edıyorum bu tür sorunlar gerçekten senın halletmen gereken buyuk sorunlar.
1. adamımız:Sana bir çözüm buldum sen hep asla cısın neden birazda neden olmasıncı olmuyorsun bak o zaman daha rahat ve güzel bir hayat geçicereksin...

Dialogun onemlı kısmı bu kadardı anlatmak istediklerini bu dialogla sınırlamamamış ve bütün film e yaymışlardı...



Bende o günden sonra neden olmasıncı olmaya karar verdim.Ölüm ve can gibi belli olgular dışında herşeye neden olmasın diebilmeyi öğrenmeye başladım tamamen benimsediğim söylenemez ama eceğim :)

Yazılarımda ruh halimin değilde ellerimin büyük rol oynadığını belirtmek isterim.
Şimdilik bu kadar aklıma daha fazla şey geldiğinde buraya yazacaklarımı seçmek için kullandığım kriterlerimi gözden geçirmem gerekiyor...
Okuduğunuz için minnettarım.

Defileler...

Podyumda manken defilesi seyredenler

Hasmi, Münasıp,Kadri ve Yakup 4 arkadaştır.Bu insanlar manken defilesi seyrederler.Defileleri manken bazlı incelerler.Genellikle içgüdüsel olarak yazın belirirler.Gittikleri defilelerde mankenlerin ne tanıttıkları onlar için pek önem arz etmemekle birlikte sorsanız bilmezler.Defilelerde güvenlik şeridine dayanmış ve her an atağa kalkma potansiyeli olan Arap atları gibidirler.Sanki mankenleri giydirdiği için firma sahibine dalacakmış gibi ifadeleri vardır.Fakat bu ifade defile başlayınca yerini ağız suyuna bırakır.Ellerinde ise 3 gün kesintisiz çekim yapabilen,ayrıntıların görünmesi için fazlasıyla zoomlu teknoloji harikaları vardır.Bunlar anı ölümsüzleştirmede kullanılırlar ve tekrar izlenebilirliği sağladıkları için onların vazgeçilmezleridir.Defile yerine mankenlerden bile önce gelmelerinin nedeni’’olaya tamamen hakim olmak istemeleridir’’her an değerlidir onlar için.Bazen erken gelmeleri bazı sorunlar yaratmıştır.Erken geldikleri bir gün bekledikleri yerde defile yapılmayınca firma sahibine dava açma girişiminde bulunurlar.Dava dilekçesi yazmak için arzuhalciye başvurduklarında arzuhalci onların kendi zamanını boşa harcattığını düşünmüş ve bu 4 insana kafa atarak bir fizik kanunu olan etki-tepki prensibini doğrulamıştır.Fakat bu kafa darbesi kahramanlarımızın bünyelerinde hiçte hoş olmayan durumlara yol açmıştır.Kahramanlarımız arzuhalci dayağı yiyenler olarak literatürdedirler.

Onlar defile insanlarıdırlar

Japon kadınlarının sitemi!

Japon kadınlarının sitemi

Gördüğüm bir haberde Japonya’da bizde genelev diye tabir edilen fakat onlarınkinin adını koyamadığım içinde erkeklerin çalıştığı yeni evler açılmış. Sanırım bütün gün iş güç ile uğraşan Japon erkekleri karılarının isteklerine tam olarak cevap vermiyor. Bu açılan işyerlerinin nedeni bu olsa gerek. Aslında kadınların bu evlere gidipte asgari ihtiyaçlarını gidermesi için mükemmel bir fikir. Kocalarından bulamadıkları ilgiyi bu evlerdeki erkeklerde bulacaklar. (biraz tanıdık geldi) Bu durum ileride Japonya’ya bir nüfus sorunun yaratacak gibi gözüküyor.

Bu evlerde Türk erkeklerini çalıştırmak çok yerinde bir karar ve Japon hanımları için farklı deneyim yaşamı imkanı olur.3 ya da 4 Türk erkeği nüfusu 1 ayda 2 ye katlayabilir. Her ne kadar fazla tatlı ağır gelse ve baygınlık yapsa da Türkler onunda çaresini bulup yoğurt yemişlerdir. Türk zekasının el atamayacağı burnunu sokamayacağı mesele ve alanın olmadığı sanırım pekiştirilmiş oldu. Bulduğum çözüm Japon hanımlarına yararı olur diye umut ediyorum.

Neden Siz Nereden Bakıyorsunuz?

Blogumun başlığının Siz nereden bakıyorsunuz olmasının nedeni her zaman bakış açısına önem vermemdir.Görecelilik te tamamen bu yüzden oluşmaktadır.Neye göre ve kime göre gibi farklı kavramlar hep doğruyu yanlışa yanlışı da doğruya çevirmeye ya da bunları yapmasada fikrimizin değişesine neden olmaktadir.Polyana gibi bakmak sizin nereden baktıgınıza bir cevaptır mesela.Bütün sorunlara din,eğitim,yaşam,cinsellik,hayat,sağlık,geçim,iş ve aklınza gelen her konuyu size göre bir yerden bakarak size yararı olacak olanı seçebilirsiniz.Kararlı olmak bu tezime ara ara zıt düşen bir olgudur ama kararlılığı dozunda bırakmak (hırsa dönüştürmeden) her zaman tezimin yararlı oldugunu göstermiştir.
Tabi bunlar kimilerine göre yanlış gelebilir ki gelmelidir de ben benim nereden baktığım hakkında bilgi vermek için yazıyorum...
Nereden mi bakıyorum ben=Bünyem 7/24 yere paralel bir durumda etrafımda pc ve türevi teknolojik aletler,abur cubur diye tabir edilen 1 kaç yiyecek,annemin yatarak yemek yenmez ! sözüne inat hep yatarak yemek yiyen biri olarak bakıyorum hayata.

Neye baktığınız değil nasıl baktığınız önemlidir...

İlk blogumun ilk yazısı

Öncelikle merhabalar herkese...

İlk blogum olması vesilesi ile bu ilk yazımda kim oldugumu (merak edenler için) anlatma çabasında olacagım yayında kaldıgım sürece bir çok çaba içinde olacagım bundan şüpheniz olmasın :)

Ben 1990 yılının ağustos ayınun 11. gününde doğmuş birisiyim cumartesi gecesi saat 11:30 da annemin karnından çıkıp doktorun popoma attığı şaplakla ağlamaya başlamışım ve o günden beri ağlıyorum.Bazen düşünürüm neden bebekler dünyaya ağlayarak merahaba derler acaba birşeylerden mi korkuyorlar eminim o an bilinçli olsaydım geri girmek için çırpınırdım.


Her neyse işte böyle doğmuşum ben farklı bir kişiliğe sahibim konuştuklarım ve anlatmak istediklerim genelde farklı algılanır.Benim gibi düşünen bir kaç kişi buldugumda bırakmam tmm derim işte adamım zaten hep te yanımda olmuslardır uzun zamanlar.
Kimisine göre komik kimisine göre zeki kimilerine görede saf birisi olarak bilinirim.İlk başta İNEK diye tabir edilen okulda tenefüsü nefes almak için verilen izin olarak algılayan ders tutkunlarından sanarlar fakat içime inince bazen eğlenceli bazen içine kapanık birisi oldugumu anlarlar.
Hep ortam tam dağılacakken konuşmaya başlarım herkes bırakıp giderken açılırım konuşurum susturamaz kimse o zaman beni sonra hep şikayet ederler neyse daha sonra devam ederiz derler daha sonra geldiğinde ise ben yıne konusmam cnku ıcımden gelemz o an onu ıstemısımdır.Şimdi olmuyor yahu napam :) işte o zaman sıkıcı biri oldugum düşüncesi hakimleşir insanların beyinlerinde.



Bu kısa paragrafların ardından şimdilik bu kadar deyip bir daha ki yazıma kadar sizlerden ayrılıyorum.(bu yazıyı yazarken tek onlıne ben olmama ragmen hepiniz hoşçakalın)

...
Bakın birde buraya mesaj bırakıyorum...(dün gece lavabodan çıktıktan sonra elektrik düğmesine basarken aklıma geldi)
Hata yapmak mecburidir,önemli olan telafisi olanı yapmaktır.